Yeni Osmanlıcılık niçin empoze ediliyor?
İcmal Gençlik Derneği’nin düzenlediği geleneksel yaz kampında eğitimci Asude Havuzlu, son dönemde sürekli empoze edilmeye çalışılan Yeni Osmanlıcılık akımının dayandığı temeller hakkında çarpıcı bir konuşma yaptı
Yeni Osmanlıcılık niçin empoze ediliyor?
İcmal Gençlik Derneği tarafından Afyon’da düzenlenen geleneksel yaz kampındaki oturumda konuşan Asude Havuzlu, birbirinden çarpıcı konulara değindi. Yeni Osmanlıcılığın diriltilmeye çalışıldığını belirten Havuzlu, bu akımın dayandığı temellerin gerçek yüzünü deşifre etti.
Sayın Asude Havuzlu’nun çarpıcı konuşmasını Yeni Mesaj okurlarının dikkatine sunuyoruz:
“Eskilerin bir sözü vardır, “Mazisi olmayanın âtisi de olmaz” derler. Yani geçmişini bilmeyenin geleceği de olmaz. Tarihimizi doğru bilmek ve geçmişte olan olaylardan ders çıkarmak, ibret almak geleceğe yönelik alınacak kararlarda, dostunu düşmanını, doğruyu yanlışı ayırt etmek çok önemlidir. Son dönemde halkımıza sürekli empoze edilmeye çalışılan Yeni Osmanlıcılık akımının dayandığı temelleri gelin birlikte tahlil edelim.
Burada vaktimiz sınırlı olduğu için bütün padişahların dönemlerine tek tek göz atamayacağız tabi ama birkaçından örnekler vererek ne demek istediğimizi açıklayalım.
Önce cennet mekan vasfıyla anılan Fatih Sultan Mehmet’le başlayalım. Ünlü Kanunnamesiyle kardeş katlini meşru kılan padişahtır kendisi. Şunu da belirtmeden geçmeyelim, Fatih’ten önce de taht kavgaları vardı. Ama kardeşlerinin gözlerine mil çektirmek veya Bizans’a rehin vermek gibi yöntemlerle rakiplerini geride bırakıyorlardı. Ancak Fatih, öldürmeyi meşru hale getirdi. Yeni Osmanlıcılar bu durumu savunmak için diyorlar ki, “öyle büyük insanlar ki bu padişahlar devlet için, millet için kendi kardeşlerinden, evlatlarından bile vazgeçiyorlar. Hangimiz böyle bir fedakarlık yapabiliriz? Hangimizde var böyle bir vatan sevgisi?”
Suçsuz insanları öldürenlerin ayetlerdeki yeri
“Kim bir insanı (suçsuz yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de suçsuz bir insanı ölümden kurtarırsa, sanki bütün insanları ölümden kurtarmış gibidir.” (Maide, 5/32) “Kim bir mü’mini kasdi olarak öldürürse, o kimsenin cezası cehennemde (ebedi) kalmaktır.” (Nisa, 4/93)
Allah kelamının üstüne söz söyleyecek halimiz yok. Şimdi bu ayetler varken bu kanunu haklı gösterebilir misiniz? Zira kardeş ve evlat katli öyle bir noktaya geliyor ki, kundaktaki bebekler, hatta hamile olan cariyelerin öldürülmesine kadar gidiyor; ola ki erkek bebek dünyaya getirirler diye. Örneğin 3. Mehmet tahta çıktığı gün 19 kardeşini boğdurtarak tarih sayfalarına kara bir leke bırakmıştır. Kanuni’nin, oğlu Şehzade Mustafa’yı öldürdüğü sahneler meşhur diziyi izlerken hepimizin kanını dondurdu ama birçoğumuzun bunu 500 sene sonra bir TV dizisinden öğrenmiş olmamız da trajikomik bir durumdu. Kanuni, Mustafa’nın oğlu Mehmet’i, Şehzade Beyazıt’ı ve 5 oğlunu da daha sonra boğdurtuyordu. Bu arada hanedan kanı kıymetli ve kutsal görüldüğünden boğarak öldürüyorlardı, kanları akıtılmıyordu.
‘Fatih’in annesi Ortodoks bir Hıristiyan olarak ölmüştür’
Fatih tahta çıktıktan sonra memleketi Sırbistan’a geri dönmek isteyen annesi Maria Despina’yı, Sırbistan’ın Toblica ve Glubotçitsa bölgelerini, dedesi Curac Brankoviç’e verdiğini bildiren bir fermanla Sırbistan’a gönderir. Dedesi ölünce annesini Osmanlı Ülkesine geri getirir ve Selanik’teki Küçük Ayasofya Manastırı ile çevresindeki geniş araziyi bir fermanla annesine tahsis eder.
Aslı bugün Topkapı arşivinde bulunan bu fermanda Fatih şöyle buyurmaktadır: “Bu devrin Hıristiyan kadınlarının en yücelerinden olan anam Despina Hatun, Selanik’te Küçük Ayasofya adıyla bilinen manastırı şeriat kurallarına göre satın almış. Gerekli belgesi de varmış. Ben de uygun bulup bu fermanı verdim ki manastıra sahip olsun. Dilerse satsın, dilerse bağışlasın, hiç kimse engel olmasın, bozmasın, değiştirmesin, içindekilerden vergi alınmasın. Kimse tedirgin etmesin. Bu fermanı görenler gerçek olduğuna inansın.”
Bizlerin Haseki Hüma Sultan olarak bildiğimiz Maria Despina ömrünün sonuna kadar bu manastırda rahibe hayatı yaşamış ve 1487 yılında Ortadoks bir Hıristiyan olarak ölmüştür.
Fatih’in, Kayser-i Rum unvanını birçok mektubunda kullanması, üzerinde kendi silueti olan bronz madalyon bastırması -madalyon denmiş çünkü o zamana kadar sikkelerde sadece Osmanlı tuğrası bulunuyor- kendini Rum Bizans hükümdarı olarak gördüğü şeklinde yorumlanıyor.
“Fatih’in mezarının bulunduğu Fatih Camii’nin ve türbenin inşa edildiği alanın çok önemli bir özelliği var: İstanbul’un kurucusu olduğuna ve şehre ismini verdiğine inanılan İmparator Konstantin de, 337’deki ölümünden sonra aynı yere defnedilmişti. İstanbul’da inşa edilmiş ilk Hıristiyan mabedi olan Havariler Kilisesi, bugün Fatih Camii’nin olduğu alanda bulunuyordu. Fetih sırasında kilise harap haldeydi. Fatih, kendi ismini taşıyacak olan caminin, kilisenin yerine inşa edilmesini, öldüğünde de camiin avlusuna defnedilmeyi istedi. Hükümdarın arzusunun sebebi hâlâ tartışılıyor ama en kuvvetli görüş, Fatih’in kendisini “Osmanlı hükümdarı” değil, “Roma İmparatoru” olarak görmesi ve “Yeni Roma” olan Bizans’ın kurucusu Konstantin ile aynı yerde yatma arzusu ve bir yerde de kendisinin “Roma’nın son imparatoru” olduğunu ilân etmekti.” diyor tarihçi Murat Bardakçı.
‘Sahte fetvayla Müslümanlar katledildi’
Gelelim Yeni Osmanlıcıların çok sevdiği diğer bir padişah Yavuz Sultan Selim’e… Babası Beyazıt döneminde 20 yıl Trabzon valiliği yapan Yavuz, doğu hakkında ciddi bilgi sahibi olmuş ve İslam ülkelerinin başına geçmeyi kafasına koymuştu. Tahta geçer geçmez de yüzünü doğuya çevirmiştir. Savaşacağı kişilerin de Müslüman olmasından dolayı tepki almamak için şeyhülislamı olan Müftü Nurettin El Hamza’ya 1512 yılında Kızılbaşlarla ilgili fetva verdirtmiştir.
Bu fetvada, Kızılbaşlar kâfir ve dinsiz olarak tanımlanmış, onları öldürmenin vacip ve farz olduğu, öldürenlerin gazi, bu yolda ölenlerin şehit olacağı söylenmiştir. Fetva’da ayrıca bu topluluğun durumu kâfirlerin halinden daha kötüdür. Bu topluluğun kestiği ve avladığı hayvanlar murdardır. İslam’ın Sultanının onlara ait kasabalardakileri bütün insanları öldürüp mallarını, miraslarını, evlatlarını alma hakkı vardır denilmekteydi.
Bilmem bu fetvalar size yakın tarihten ne hatırlatıyor. Suriye’de savaş ilk çıktığı zamanlarda oradaki Şii halk için benzer fetvalar verildiğini hepimiz hatırlıyoruz sanırım. İşte Çaldıran ve Ridaniye savaşları sonrası bu sefer Mısır’a yöneliyor Yavuz. O dönem Mısır’da aynen Anadolu’da katlettiği Kızılbaşlar gibi Türk soyundan olan Memluklular var ve himayelerinde Abbasi Halifesi bulunuyor.
Yavuz Mısır’ı işgal ediyor ve halifelik unvanını alıyor. Fakat Arap dünyası halifeliğin bir Türk hükümdara geçmesine sıcak bakmıyorlar. Yavuz da başta Ebu Suud olmak üzere 2000 kadar Arap ulemayı İstanbul’a davet ederek, onlara maaş, mal, arazi vererek Osmanlı topraklarına yerleşmelerini sağlıyor. Bundan sonra Osmanlı Sarayı’nda bu ulemanın etkisiyle Sünni bakış açısı baskın hale geliyor. Bunun yanında Türk’üm Türkmen’im diyen Kızılbaş denip aşağılanıyor. Çünkü Türk olmak Hacı Bektaşi Veli kültüründen gelmek ve Ehl-i Beyt’i sevmek anlamına geliyordu.
Kuyucu Mehmet Paşa Türkleri diri diri gömdü
Bu ekolü sonraki padişahlar da devam ettirdiler. Örneğin; 1. Ahmet dönemi paşalarından olan Hırvat asıllı Kuyucu Murat Paşa bu lakabını Anadolu’daki Türk halkı kuyulara doldurup diri diri gömdüğü ya da kafalarını kesip kuyulara attığı için almıştır. 158 bin insanı bu şekilde kuyulara gömdüğü rivayet edilmektedir.
1603 yılında çıkarılan bir kanunla Ehl-i Beyt ekolünden gelen Türk Tekkeleri kapatılır ve yasaklanır. Yerine Halidi Nakşi tekkeler kurulur. Türkler saraydan ve ordudan tasfiye edilir. Bir taraftan da sarayı ele geçiren Halidi Nakşi şeyhülislamlar verdikleri fetvalarla Osmanlı’nın geri kalmasına sebep olurlar. Batı’da Rönesans yaşanırken örneğin matbaa bize onlardan 240 yıl sonra gelir.
Nakşiler İngilizlerin lehine fetvalar veriyor
1826’da 2. Mahmut’un girişimi ile Yeniçeri ordusunun dağıtılması ve Vakayi Hayriye denilen olayın ardından başlayan iman yoklamaları ile beraber artık Tekkeler ve Dergahlar tamamen Nakşileşmiş hatta Kadiri Bektaşi kökenli olanların bazıları varlık gösterebilmek için Nakşi olduklarını söylemek zorunda kalmışlar ve zamanla dönüşmüşlerdir. Diğerleri kapatılmış, itiraz edenler ciddi işkenceler görmüş, öldürülmüşlerdir.
Kurtuluş Savaşı sürecine gelindiğinde bu Nakşi tekkelerin ve şeyhlerinin İngiliz himayesinin hayırlı olduğuna dair verdikleri fetvalar ve Kuvayi Milliye aleyhinde yaptıkları konuşmalar düşünüldüğünde Yeni Osmanlıcıların hiç sevmediği, dinsiz dedikleri Atatürk’ün 30 Kasım 1925’te Tekke ve Zaviyeleri kapatmasının ne kadar doğru bir karar olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. Çünkü Atatürk aslında Ehl-i Beyt İslam’ına, Türk birliğine ve tam bağımsızlığa karşı olan tekkeleri kapatmış oldu.
‘Atatürk, Türklere itibarını iade etmiştir’
Yine 29 Ekim 1933’te 10. Yıl Nutku’nda “Ne mutlu Türk’üm diyene” derken de aslında Anadolu’daki Türk halka taa Yavuz zamanından beri maruz kaldıkları muameleyle kaybettiği itibarını iade etmiştir. Türk’üm demekten korkmayın, gurur duyun demiştir. Çünkü onun için de Türklük Hacı Bektaşi Veli’nin temellerini attığı gibi bir üst kimliktir. Türk demek Müslüman olan ve bu topraklar üzerinde yaşayan Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arnavut, Boşnak vs. ne kadar halk varsa hepsini bir ve beraber yapmak anlamı taşıyordu.
‘Bir de Abdülhamit’e bakalım’
Yeni Osmanlıcıların Atatürk’e dinsiz derken bir başka gerekçeleri de onun içki içmiş olmasıdır. Biz haşa içki içmek haram değildir demiyoruz. Ancak Yeni Osmanlıcıların sürekli anlattıkları, gençlere bir idol gibi sundukları Sultan Abdülhamit’e bir bakmak lazım.
Cumhuriyetten daha 22 sene önce Abdülhamit’in başmabeyincisi Sarıcazade Ragıp Paşa Tekirdağ’da ilk rakı fabrikasını üstelik de dönemin şeyhülislamının onayıyla kurmuştur. İlk bira fabrikası da Abdülhamit döneminde kurulmuştur. Ne tesadüftür ki ilk şampanya fabrikası da. Ama kendisi Rom içermiş çünkü “Kur’an’da şarap diyor, bu şekerden yapılıyor” diyerek, Rom içmenin günah olmadığını söylediğini kendi torunu ifade ediyor. Bu arada Abdülhamit’in aynı zamanda İslam halifesi olduğunu unutmayalım. Ayrıca 622 yıllık imparatorluk döneminde Osmanlı’nın en çok toprak kaybettiği padişahtır. Tahtta kaldığı sürede 1 milyon 592 bin kilometrekare toprak kaybetmiştir. Yani bugünkü Türkiye’nin iki katı kadar. Koca bir imparatorluğu ağır yenilgiye uğratan, askeri olarak hiçbir başarı gösteremeyen Abdülhamit kahraman, cennetmekan ama büyük mücadeleler ve başarılarla yepyeni bir devlet kuran Atatürk cehennemlik, dinsiz. Bu reva mıdır soruyorum sizlere…
Nü resim çizen Halife!
Gelelim son halife, dedemiz diye ifade edilen Abdülmecit’e. Kendisi ressamdı. Paris’te sergi bile açmıştı. Nü resimler çizer, çıplak model kullanırdı. Hatta haremdeki kadınları sarayın bahçesindeki havuzun etrafında çıplak olarak resmettiği ‘Avluda Kadınlar’ isimli tablosu, 2013’te açık arttırmayla 1 milyon 600 bin liraya satıldı. Kesinlikle yanlış anlaşılmasın sanata ve sanatçıya saygımız sonsuz. İsteyen istediği resmi çizebilir, ama İslam halifesi sıfatı taşıyan bir kişinin nü resimler yapmasının yorumunu sizlere bırakıyorum. Bu halife örneklerine bakılınca 3 Mart 1922’de Atatürk’ün hilafeti kaldırmasının ne kadar isabetli olduğu da sanırız ki açıktır.
Osmanlı’da halkın durumu
Ayrıca Osmanlı Osmanlı diyenler saraydaki ihtişama vurulanlar acaba biliyorlar mı? 1923’te Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne kalan miras neydi? Erkeklerin sadece yüzde yedisi, kadınların sadece binde dördü okuma yazma biliyordu. Okul yaşı gelen her dört çocuktan üçü okula gitmiyordu. Toplam 4 bin 894 ilkokul, sadece 72 ortaokul, 23 lise vardı. Türkiye’nin tüm liselerinde sadece 230 kız öğrenci kayıtlıydı. Öğretmenlerin üçte birinin öğretmenlik eğitimi yoktu. Tek üniversite vardı, Darülfünun. O da bilimsellikten çok uzaktı.
Hani Harf devrimi yapıldı, bir gecede cahilleştirildik diyorlar ya, hani Atalarımızın mezar taşlarını okuyalım diye Osmanlıcayı ders olarak koydular ya okullara. Görüyoruz ki Harf Devriminden önce de herkes Osmanlıcayı sular seller gibi okumuyordu. Ülke nüfusu 13 milyon civarıydı, 11 milyon kişi köyde yaşıyordu. 40 bin köy vardı, 38 bininde okul yoktu. Traktör sayısı sıfırdı, karasaban vardı. Doğan her iki bebekten biri ölüyordu. Memlekette sadece 337 doktor vardı. Sadece 60 eczacı vardı ve sadece 8’i Türk’tü. Diş hekimi sıfırdı. Ortalama ömür 40 yıldı. Yani sizin anlayacağınız Osmanlı’da halkın yaşadığı hayat hiç de parlak değildi. Filmlerde izleyip hayran olduğumuz saraydaki o ihtişamlı hayattan eser yoktu. Halk ağır vergiler altında eziliyordu. Ticareti genelde gayrimüslimler yapardı ve zenginlerdi.
‘Atatürk derin İslami bilgiye sahipti’
Bütün bunları gözden geçirdiğimizde Atatürk’ün böyle bir haldeki halktan ve çökmüş bir imparatorluğun küllerinden nasıl yeniden bir cumhuriyet doğurduğuna, sanayileşme kalkınma, eğitim, sağlık, tarım gibi bir sürü alanda ülkeyi nereden nereye getirdiğine hayret etmemek, hayran olmamak imkansızken nasıl olup da ona böyle düşmanca davranılabildiğini anlamak mümkün değil. Hafızı Kelam olan, camide saatlerce Cuma hutbesi verebilecek kadar İslami bilgiye sahip bir insana dinsiz damgası vurup ona cehennemlik demek bu vatana ihanettir.
‘Geçmişi doğrularıyla yanlışlarıyla değerlendirmek lazım’
Yanlış anlaşılmasın Osmanlıyı reddetmek ya da kötülemek değil asla amacımız. Osmanlının mimaride, sanatta, askeri alanda müthiş eserleri var ve hepsiyle de gurur duyuyoruz. Ancak bizim tarih bilincinden anladığımız geçmişimizi doğrularıyla yanlışlarıyla, hatalarıyla sevaplarıyla beraber değerlendirip dersler çıkarmak, geçmişte yapılan hataları tekrarlamamak, doğru ve güzel şeyleri de alıp geliştirerek sürdürmektir.
Örneğin tarihte ilk üstün zekalılar okuludur Enderun. Birçok ülkede örnek alınmıştır. Bizim şu an üstün zekalılar eğitimine dair yaptığımız pek bir şey yok mesela.
Ancak devşirme yöntemiyle öğrenci alması, Türk öğrenci alınmaması oradan yetişen paşaların ilerleyen zamanlarda saray entrikaları içinde yer alıp Osmanlı’nın sonunu hazırlamaları ile sonuçlanmıştır. Bizler tabi ki Osmanlı’nın devamı niteliğinde, aynı topraklarda hüküm süren bir devletiz. Dolayısıyla onların torunlarıyız. O yüzden de Osmanlı’yı çöküşe sürükleyen tehlikelerin birçoğu bizim için de geçerli. Onun için dikkatli olmalıyız.
Örneğin Osman Gazi ve Orhan Gazi dışında hiçbir padişahın annesi Türk değildi. Hepsi farklı ülkelerden gelmiş cariyelerdi. Padişahların hareminde Türk kadın neredeyse yoktu. Bu da Osmanlı’nın sonunu hazırlayan faktörlerin başında geliyordu. Türk ve Müslüman’ın örf adet ve değerlerini bilmeyen bir anne ve devşirme lalalarla büyüyen padişahların İslami ölçülerle yetişmesini beklemek herhalde onlara haksızlık olur.
‘Osmanlı devri kapanmıştır’
Daha pek çok şey söylenebilir ama tarih bilgisi ve bilinci her vatandaşta olması gerekir ki bize her anlatılana inanmayalım. Bizi yanlış yönlendirmek isteyen herkese inanıp kanmayalım. İç ve dış kaynaklı oyunlara gelmeyelim. Bir programda Mehter marşı duyduğumuzda hepimiz duygulanıyoruz, içimiz coşuyor ama bu, Osmanlı’yı yeniden diriltmemiz gerektiği anlamına gelmez. Osmanlı devri kapanmıştır.
Onun içinden kahramanlar çıkarmaya çalışmak beyhude bir çabadır. Buna ihtiyacımız da yok. Türkiye Cumhuriyeti devletinin zaten Mustafa Kemal Atatürk gibi bir kahramanı var. Bizim sadece onu doğru tanımaya ve anlamaya ihtiyacımız var. Bugün bizler toplumda bu bilince sahip nadir insanlarız. Bu bilinci kazanmamızı sağlayan, bizi gerçek Atatürk’le buluşturan, doğru bakış açısını bize kazandıran Hoca Atatürk Prof. Dr. Haydar Baş’a bu vesileyle şükranlarımızı sunuyoruz. Bugüne kadar kafamızı karıştıran, ikileme düşmemize sebep olan her noktayı netleştirip, taşları yerine oturttuğu, geleceğe güvenle bakmamızı sağladığı için ona minnettarız.
‘Son söz Atatürk’ten olsun’
Son söz yine Atatürk’ten olsun. 1927’de Ankara’da yaptığı bir konuşmasında:
“Efendiler! Biz tekke ve zaviyeleri din düşmanı olduğumuz için değil, bilakis bu gibi yapılar din ve devlet düşmanı oldukları, Selçuklu ve Osmanlı’yı bu yüzden batırdığı için yasakladık. Çok değil yüz yıla kalmadan eğer bu sözlerime dikkat etmezseniz göreceksiniz ki bazı kişiler bazı cemaatlerle bir araya gelerek bizlerin din düşmanı olduğunu öne sürecek, sizlerin oyunu alarak başa geçecek, ama sıra devleti bölüşmeye geldiğinde birbirlerine düşeceklerdir. Ayrıca unutmayın ki o gün geldiğinde her bir taraf diğerini dinsizlikle ve vatan hainliği ile suçlamaktan geri kalmayacaktır.”
Atatürk bu konuşmayı yapalı tam 90 yıl oldu. Teşekkürler…”ky:Haberin Kaynağı için tıklayın
SELİM AYANOĞLU / AFYONKARAHİSAR
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)